Merhaba...İlk buluşma, ilk tanışma, ilk dertleşme...
MERHABA...
32 yıl her sabah uyandığımda, her gün yeni bir heyecanla koştuğum okulumda, hepsi birbirinden kıymetli öğrencilerime - çocuklarıma- Türkçe öğretmenleri olarak ‘’Haydi anlatalım.’’ dedim.
Anlatalım ki anlayabilelim; anlayabilelim ki aramızdaki iletişimle öğrenebilelim ve hayata daha sıkı tutunabilelim. Anlamak ve anlatabilmek önemli tabii. Ya olmazsa? İşte o zaman adı “İletişimsizlik” oluverir. İletişimsizlik, tüm olumsuzlukları da beraberinde getirir. Çok okuyalım, çok öğrenelim, çok bilelim ve HAYDİ ANLATALIM.’’ dedim.
İyi de demişim. İyi ki de demişim.
Bir parkta istemeden duyduğum bir konuşma anımsattı bunları bana ‘’
Güzel bir bahar günü.. İki genç, cıvıl cıvıl ötüşen kuşların ve çepeçevre sardığı yemyeşil çimenlerin halı gibi etrafı donattığı bir parkta yan yana oturmuşlar; hayır hayır sarmaş dolaş olmuşlar. Genç çocuk sarıldığı sevgilisinin gözlerinin içine bakarak şöyle diyor: ”Seni çok seviyorum. Öyle çok seviyorum ki bunu anlatacak kelime bulamıyorum”
Nasıl yani, demek geliyor insanın içinden.. İnsan nasıl anlatamaz anlatmak istediklerini? Hele de konu sevgiyse… Şairlerin dizelerinde yer edinmiş, yaşamlarının her karesini süslemiş, tüm insanlığa aşılanmaya çalışılmış bu temel duyguyu nasıl anlatamaz insan?
Öyle ki yürekte sarmalanmış sevgiliye “Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam”diyerek inceliğini anlatan , geç kalmış sevgiliye ”Daha önceleri neredeydiniz?” diyerek sitem eden; karşılıksız aşkına ”Hiç mi beni sevmedin” diyerek yalvaran,“Hasret kaldım gözlerinin rengine” dizelerinde özlemlerini dile getiren şairlerimize ayıp olmaz mı sana sevgimi nasıl anlatsam ki demek?
Çağımızın en büyük hastalığı bu işte…anlatamamak…iletişimsizlik…
Dile getiremiyoruz söyleyeceklerimizi. Hep yanlış anlaşılıyoruz. Bazen anlayamıyoruz karşımızdakinin ne dediğini; bazen de anlatamıyoruz bir türlü ne demek istediğimizi. Sonra çırpınıp duruyoruz “Ay beni yanlış anladınız, ay onu demek istememiştim.” diye…Bu çok normal çünkü okumuyoruz. Okumayı büyük bir zahmet olarak algılıyoruz.
Elimizdeki cep telefonları o güzelim sevgi, saygı, özlem dolu dizelerle dolu mektupları yok etti önce… Sonra televizyon denilen camdan kutu öyle bir girdi ki yaşamımıza haberleri de oradan alır olduk. Vatanı uğruna canını veren yağız delikanlılarımızın, onurlu şehitlerimizin haberleri birkaç saniyede verilirken, bilmem hangi hanımefendinin nerede nasıl yakalandığı birkaç dakika ekranlarımızı şenlendirir oldu. Hatta gereksiz tüm haberler hayatımızda öncelikli olarak yer aldı. Kim, kiminle ,nerede, ne yapmış pek bir ilgilenir olduk nedense? Hatta onların o camın arkasındaki hayatlarına özenip, gençlerimiz evden kaçtı; ne olduğu belli olmayan hayatların peşinde sürüklendiler bir meçhule doğru. Kimileri beline taktığı silahı, eline aldığı bıçağı beyin gücünün yerine koyup öldü, öldürdü. ”Kalem kılıçtan keskindir” sözü unutuldu. Kitaplar evlerimizin dolaplarının pahalı süsü, bizim de aydın görüntümüzün simgesi oluverdi.
Aydınlarımız ne yapıyorlar bu durumda? Seslerini duyurabilmek adına neler yapıyorlar? Sanırım onların sesi o beyaz camın çıkardığı sesten daha etkili olamıyor. Öyleyse şu beyaz camı eğitmeli önce. Orada yayınlanan programları, verilen mesajları,örnek olarak sunulan hayatları bir hizaya dizmeli önce. Hatta yeterince rahatladıkları için artık “hazır ol” demeli ve asla rahata geçirmeden de bir an önce yapmalı, ne yapılacaksa.
Aydınlanalım ve bir an önce aydınlatalım ki; sevgi nefretten daha kolay anlatılabilsin.
Çocuklarımız argo sözcükleri, küfürleri, kaba saba davranışları öğrendikleri hızla önce sevmeyi öğrenebilsinler. Ve bunu nasıl anlatsam ki demeden, bülbül gibi şakıyarak anlatabilsinler. İşte o zaman bu kubbede “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” sözleri çınlayacaktır.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ahsen Yıldız
MERHABA
Merhaba...İlk buluşma, ilk tanışma, ilk dertleşme...
MERHABA...
32 yıl her sabah uyandığımda, her gün yeni bir heyecanla koştuğum okulumda, hepsi birbirinden kıymetli öğrencilerime - çocuklarıma- Türkçe öğretmenleri olarak ‘’Haydi anlatalım.’’ dedim.
Anlatalım ki anlayabilelim; anlayabilelim ki aramızdaki iletişimle öğrenebilelim ve hayata daha sıkı tutunabilelim. Anlamak ve anlatabilmek önemli tabii. Ya olmazsa? İşte o zaman adı “İletişimsizlik” oluverir. İletişimsizlik, tüm olumsuzlukları da beraberinde getirir. Çok okuyalım, çok öğrenelim, çok bilelim ve HAYDİ ANLATALIM.’’ dedim.
İyi de demişim. İyi ki de demişim.
Bir parkta istemeden duyduğum bir konuşma anımsattı bunları bana ‘’
Güzel bir bahar günü.. İki genç, cıvıl cıvıl ötüşen kuşların ve çepeçevre sardığı yemyeşil çimenlerin halı gibi etrafı donattığı bir parkta yan yana oturmuşlar; hayır hayır sarmaş dolaş olmuşlar. Genç çocuk sarıldığı sevgilisinin gözlerinin içine bakarak şöyle diyor: ”Seni çok seviyorum. Öyle çok seviyorum ki bunu anlatacak kelime bulamıyorum”
Nasıl yani, demek geliyor insanın içinden.. İnsan nasıl anlatamaz anlatmak istediklerini? Hele de konu sevgiyse… Şairlerin dizelerinde yer edinmiş, yaşamlarının her karesini süslemiş, tüm insanlığa aşılanmaya çalışılmış bu temel duyguyu nasıl anlatamaz insan?
Öyle ki yürekte sarmalanmış sevgiliye “Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam”diyerek inceliğini anlatan , geç kalmış sevgiliye ”Daha önceleri neredeydiniz?” diyerek sitem eden; karşılıksız aşkına ”Hiç mi beni sevmedin” diyerek yalvaran,“Hasret kaldım gözlerinin rengine” dizelerinde özlemlerini dile getiren şairlerimize ayıp olmaz mı sana sevgimi nasıl anlatsam ki demek?
Çağımızın en büyük hastalığı bu işte…anlatamamak…iletişimsizlik…
Dile getiremiyoruz söyleyeceklerimizi. Hep yanlış anlaşılıyoruz. Bazen anlayamıyoruz karşımızdakinin ne dediğini; bazen de anlatamıyoruz bir türlü ne demek istediğimizi. Sonra çırpınıp duruyoruz “Ay beni yanlış anladınız, ay onu demek istememiştim.” diye…Bu çok normal çünkü okumuyoruz. Okumayı büyük bir zahmet olarak algılıyoruz.
Elimizdeki cep telefonları o güzelim sevgi, saygı, özlem dolu dizelerle dolu mektupları yok etti önce… Sonra televizyon denilen camdan kutu öyle bir girdi ki yaşamımıza haberleri de oradan alır olduk. Vatanı uğruna canını veren yağız delikanlılarımızın, onurlu şehitlerimizin haberleri birkaç saniyede verilirken, bilmem hangi hanımefendinin nerede nasıl yakalandığı birkaç dakika ekranlarımızı şenlendirir oldu. Hatta gereksiz tüm haberler hayatımızda öncelikli olarak yer aldı. Kim, kiminle ,nerede, ne yapmış pek bir ilgilenir olduk nedense? Hatta onların o camın arkasındaki hayatlarına özenip, gençlerimiz evden kaçtı; ne olduğu belli olmayan hayatların peşinde sürüklendiler bir meçhule doğru. Kimileri beline taktığı silahı, eline aldığı bıçağı beyin gücünün yerine koyup öldü, öldürdü. ”Kalem kılıçtan keskindir” sözü unutuldu. Kitaplar evlerimizin dolaplarının pahalı süsü, bizim de aydın görüntümüzün simgesi oluverdi.
Aydınlarımız ne yapıyorlar bu durumda? Seslerini duyurabilmek adına neler yapıyorlar? Sanırım onların sesi o beyaz camın çıkardığı sesten daha etkili olamıyor. Öyleyse şu beyaz camı eğitmeli önce. Orada yayınlanan programları, verilen mesajları,örnek olarak sunulan hayatları bir hizaya dizmeli önce. Hatta yeterince rahatladıkları için artık “hazır ol” demeli ve asla rahata geçirmeden de bir an önce yapmalı, ne yapılacaksa.
Aydınlanalım ve bir an önce aydınlatalım ki; sevgi nefretten daha kolay anlatılabilsin.
Çocuklarımız argo sözcükleri, küfürleri, kaba saba davranışları öğrendikleri hızla önce sevmeyi öğrenebilsinler. Ve bunu nasıl anlatsam ki demeden, bülbül gibi şakıyarak anlatabilsinler. İşte o zaman bu kubbede “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” sözleri çınlayacaktır.